İnsan için en bilinen ve en yaşanabilir ortam, kendini rahat hissettiği yerdir. Bu rahatlık hem fizyolojik hem de psikolojik bir gereksinimdir. Temel insani haktır demek suretiyle insan haklarına bir atıfta bulunmayacağım. Zira bu yaradılışın gereğidir demem, insan anlayışımı nasıl temellendirdiğimin bir göstergesi olacaktır.
İnsanın kendi varlığını anlamlandırıp bir bilinç geliştirmesi, hayata anlam katan bir özne olmasını kolaylaştırır. İnsan için en anlamsız yaklaşım ise bir başkası tarafından tanımlanmak ya da konumlandırılmak olsa gerek. Devletler, güç kullanmayı kendilerine meşru gören otoriteler olduğu için bir vatandaşlık tanımı geliştirip bunu topluma dayatmakta beis görmezler. Bu dayatmalar kırılmalar oluşturacak boyutta ise çatışma doğurmaya gebe halde kalabilir ve uzun vadede ciddi sorunlar oluşturabilir. Sadece ten rengi üzerinden yapılan zulümler hala hepimizin hafızasında diridir.
İnsanın bir başka insanı tanımlaması ise sığ ideolojilerin ya da sığ ideolojik bir bakışın ürünüdür. Düşünsenize bir arada yaşayan insanlardan bir kısmı yaşadığınız toprakları sizden çok sahiplenme zehabına kapılıp sizi kendi tanımlamaları üzerinden bir yerde konumlandırıp size sınırlar çiziyor ve sizin varlığınıza şartlı bir “meşruiyet” yüklüyor. Yani size ancak ve ancak belirli şartlar dahilinde “yaşama hakkı” tanıyor. Bu durum insanın yaratılış ve varlık bilincine ters bir durum ortaya çıkarıyor; insanın tercih kullanımı kısıtlanmış oluyor.
Tarih bunun örnekleriyle doludur. Dünyaya İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi adı altında “hak” pazarlama cüreti gösteren Amerika, bu konuda sicili en bozuk ülkelerin başında gelmektedir. Özgürlük anıtının temeli Kızılderililerin ve Zencilerin kanı ve gözyaşıyla sulanmıştır. İngiltere kolonyal ve sömürge dendiğinde ilk akla gelen ülkedir. Batı dendiğinde aklımıza gelen birçok ülke sömürge paylaşımından aldıkları payla yaptıkları zulümleri meşru görmekten bir an bile geri durmamıştır.
Meseleyi daraltıp insan özeline taşıdığımızda burnumuzun dibine kadar gelen gerçekse bizim hayatımızın içinde yaşıyor. Bu gerçek ne mi? Bir başkasını tanımlayarak ona sınır çizmek suretiyle hayatını kısıtlamak ve onu zoraki bir yerde konumlandırmak. Peki bunu yapan bu cüreti nasıl gösterebiliyor? Bu cüreti gücün yanında bir söylem geliştirmek suretiyle gösteriyor. Zaten güç bu ötekileştirmeyi sesli ya da sessizce yapmıştır ve bu fırsat oluşmuştur.
Bu yüzden ötekileştirenler aslında korkaktır. Cesaret gibi görünen çıkışın kaynağı kendinden değil güce bağlıdır. Zor ve cesaret ötekinin dünyasında yer bulmak zorundadır. Dayatılana güce rağmen itiraz etmek ve kendini kendi bilinciyle tanımlamak oldukça zordur evet ama insanın kendi potansiyeline ulaşabilmesi açısından da bir avantajdır.
Bir vatandaş prototipi, bir dindar prototipi, bir kimlik prototipi üretildiğinde geriye sadece ayrışma kalıyor ve bu hiç de zor olmuyor. Zira üretilen prototipler çok çabuk bir şablona dönüşüyor. Artık elinde şablonu olan herkes bir arada yaşama olgunluğu gösteremeyen sığlığın kurbanı değil yılmaz savunucusu haline dönüşüyor. Bir arada yaşama olgunluğu oluşmadığında ise bir başkası/öteki üretmek çok kolay hale gelmiş oluyor.
Hz. Peygamber (s.a.v)’in Medine’ye hicret ettiğinde orada yaşayan ve Müslüman olmayan diğer topluluklarla imzaladığı Medine Sözleşmesi, bir arada yaşama şartlarının ancak herkesin kendini nasıl tanımladığının ortaya konulmasıyla oluşturulabildiğinin bir göstergesidir. Güncel örnek olması açısından ise 19. yy anayasa çalışmalarında başucu kitabı sayılan Toplum Sözleşmesi de bunu çağrıştırır.
Bir arada yaşıyorsak birlikte bir yaşam kültürü üretebilmek için önce kendimizi nasıl tanımlıyorsak herkesin kendini tanımlama hakkı olduğunu ıskalamamak zorundayız.
Bir Sünni’nin Alevi’yi ya da tam tersi, bir laiklik yanlısının dindarı ya da tam tersi, bir Türkün Kürdü ya da tam tersi, bir Kemalist’in herkesi ya da tam tersi... tanımlama hakkını kendinde görmeyip herkesin kendini nasıl tanımladığından hareketle toplumsal ve kültürel barışıklık üzerinden bir yaşam kültürü oluşturmak zorundayız vesselam.