Göçmen, geçici koruma altındaki sığınmacı, mülteci ne derseniz deyin ülkemizin en önemli gündemlerinden birisi. Bu çerçeveden yaklaşık 4 yıl bir göçmenlere sağlık hizmeti konusunda projede saha koordinatörü olarak çalıştım. Karşılaştığım sorunlar, pratik durum ve yapılabilecekler konusunda söyleyeceklerim var.
Öncelikle tarih boyunca göç yollarının ortasında kalmış bir ülkenin mensubu olarak bizim için çok yeni bir konu değil. Yeni olmamakla birlikte bu kadar yoğunluğun olması asıl meseleyi çetrefilli hale getiren durum orta yerde duruyor.
Selçukludan Osmanlı’ya, Cumhuriyetten günümüze gelene dek göç olgusu ile hep karşılaştık. İmparatorluk bakiyesi ülkemizin göç ve göçmenlik konusunda tarafsız, bağımsız, duyarsız kalması düşünülemez. Memleketin yarısından fazlasının göçmen olduğu bir demografik yapıda kim kimin gelişini yadırgayacak açıkçası tartışılır bir konu.
Burada açık ve endişe verici derin mesele Türkiye Cumhuriyeti devletinin bir göç politikasının olup olmadığıdır. Çok üzgünüm ki kanaatim bir göç politikamızın olmadığı, düzenimizin bulunmadığı ve bir strateji çerçevesinde uygulamanın olmadığıdır. Adeta ırmakta sürüklenen yapraklar gibi ortalıkta dolaşan göçmenlerin yığıldığı tahta yığınlarından oluşmuş bent gibiyiz. Yapraklar odun parçasından oluşan bentte birikiyor, su gittikçe arka tarafta yığılıyor. Dal parçaları ne zaman yıkılırsa su yolunu bulacak ama sel oluşması kaçınılmaz ve önüne geldiği tarlayı da evi de yıkacak gibi görünüyor.
Öncelikle ülkemize akan göç seli tabii bir seyir ile oluşuyor gibi görünmüyor. Suriye başta olmak üzere Irak, İran ve şimdi de akınlar halinde seyrettiğimiz Afganistan’dan gelen bir göçmen nüfus söz konusu. Ülkenin demografik yapısını bozacak şekilde bir kontrolsüz gelişme var. İsteyen her mülteci, sığınmacı istediği ile hatta ilçeye yerleşebiliyor, çalışabiliyor. Buraya gelen insanlara sağlık ve eğitim hizmetleri başta olmak üzere bir kısmı AB den gelen para ile adeta bir düzen kuruluyor.
Anadolu’nun ufak ve gelişmişliği az il/ilçelerinden bile insanların İstanbul, Ankara, İzmir, Antalya’ya gitmek için bin bir plan/hesap yapması gerekirken göçmenler elini kolunu sallayarak şehre gidiyor, yerleşiyor, çalışıyor ve kendine bir düzen kuruyor.
AB ülkeleri başta olmak üzere bu göçmen nüfustan kendisine yarayacak (?!?) kişileri seçip götürüyor. Parası olan, okumuş, sporcu, sanatçı, Hristiyan kültüre yakın olanlarını kendi ülkelerine bin bir filtreden geçirerek kabul ediyor. Dil ve diğer sorunları aşamayanları da geri gönderiyor. Çok katı kurallar ile takip edip deport ediyor.
Mesele can/mal emniyetini aşmış durumda. Can emniyeti olan birisi bayramlaşmak için gidip geri dönebilir mi? Bu anlaşılır bir durum mudur? Aynı şekilde kendi memleketinin, toprağın, vatanının korunması için Türk Askeri orada çarpışırken gencecik sağlıklı insanların burada başıboş gezmesi makul olabilir mi? Eğer ki oradaki kaos sebebi ile buradaki insanlar oraya gitmek istemiyor ise o kaosu düzeltmek için daha fazla inisiyatif almaları sağlanamaz mı? Yani oradaki birlik beraberliği onlar kurmaya çalışacaklar bizler de elbette yardımcı olacağız. Ama bu işin öncüsü onlar olmalı değil midir? Dışarıdan birilerinin yönlendirmesi ile yapılmaya çalışılırsa ABD, AB, Rusya, İran, İsrail hatta Çin işin içine sadece karıştırmak için bile rahatlıkla girebiliyor ve saha fillerin tepiştiği bir arenaya dönüyor. Elbette ezilenler de yine bölge insanı oluyor.
Afganistan’dan gelenlerin bu kadar rahat şekilde kanaviçe işine dönmüş sınırlarımızdan geçmesine ne demeli bilemiyorum doğrusu. Yüzlerce insan kitleler halinde elini kolunu sallayarak ülkemize geliyor, yüzlercesi yollarda vefat ediyor ve binlerce kilometre yürüyerek batıdaki büyükşehirlere gitmeye çalışıyor. Bu ne yaman iştir anlamak mümkün değil. Bu düzensizlik ve başıboşluğun ülkeye çok ama çok büyük zarar vereceği görülmüyor mu, başka bir hesap mı var?
Osmanlıda zaman zaman uygulanan iskân politikası desek yok öyle görünmüyor. Yani Türkiye’ye Türk Milletine yakın insanların belli politikalar çerçevesinde belli bölgelere yerleştirilmesi desek asla bunu gösteren bir veri yok elimizde. Oradaki insanların can havli ile buraya sığınması desek öyle de çok görülmüyor. İran’da ne kadar LGBT üyesi varsa Batı’ya gidemeyenler Türkiye’ye geliyor. Muhafazakâr Kayseri’de bile belli bir sayıya ulaştıkları medyaya yansıdı. Bunun bize sağlayacağı katkı ne olabilir acaba bir bilen var mıdır?
Gelen insanlarda dil yok. Bizim kültürümüzü anlama, uygulama ve çocuklarına öğretme konusunda bir çaba gören var mıdır? İlerleyen süreçte bu insanların kendi dil, kültür, dini inanç, yaşam tarzını bizlere bir baskı aracı olarak kullanmayacaklarını kim bilebilir. Büyük devlet olmak bunu ülkenin geleceği açısından kontrolü gerektirmez mi?
Belli bir süreçten geçirilemeyen göçmenlerin Gettolaşması da kaçınılmaz oluyor elbette. Gittikçe içine kapanan bir yapı, mahallelerde sıkılık ve dar bir sosyal çerçeveye mahkûm olunuyor. Gençler ve dinamik kesimler de zamanla kendilerini korumak, anlayışlarını muhafaza etmek hatta başkalarına kabul ettirebilmek için zamanla şiddete başvurabiliyor. Konya-İstanbul, Gaziantep gibi illerde mahalleleri ayrı olan göçmenler bir kitle olmuş durumda. O mahallelere belli saatlerden sonra yerli nüfusun girmeye çekindiğini yakinen biliyorum. Hatta Hatay gibi çok stratejik ve hassas bir bölgede bazı ilçelerin nüfusu yerli nüfusu geçmiş durumda. Kilis ilinde bir ara göçmen nüfusu yerli nüfusu geçmişti.
Kuralsız ve canhıraş şekilde hayat mücadelesi veren insanlar buldukları her işte çalışıyorlar. %95 inin herhangi bir sigortası yok. Kontrolsüz bir çalışma var. İnsani olarak daha ucuza ve daha insani şartlardan uzak çalışan bu insanların hiçbir güvencesi de yok. Başkalarının insafına terk edilmiş durumda. Hakkını alamayan, haksızlığa uğradığını düşünen bu insanlar zamanla güç elde edince ne olacak acaba? Elbette şiddete başvurmaları ilerleyen süreçte kaçınılmaz olacaktır. Adana’da geri göndermenin gündeme alınması üzerine işlerine gitmeyen mülteciler nedeni ile tekstil fabrikalarının üretim yapamayacak şekilde sıkıntıya girdiğini bizatihi biliyorum.
Şu anda suç oranlarında görece bir azlık olması kolluk kuvvetleri ile karşılaşma korkusundan kaynaklanıyor. Deport edilebilme endişesi ile suça bulaşmama, bulaştı ise de kendi aralarında çözme temayülü var. Ama artık özellikle İstanbul’da kavga eden mültecileri ayıran bir başka mültecinin olduğu haberleri duymak sıradan oldu.
Eğitim konusunda da yeterli ve etkin bir eğitim verilemeyen çocukların 8-10 yıl sonra çeteleşme, gayrı resmi işler yapma, hukuku önemsememe eğilimlerinde olmaları da kaçınılmaz. Türk kültürünü anlamak ve uygulamaktan öteye kendi kültürünü koruma ve uygulama çabası da bu işlerin daha sıkıntılı seyredeceğinin habercisi gibi.
Henüz kendi ekonomik gücünü oluşturmamış ülkemizin bu gelenlerin eğitim/sağlık/hukuk/güvenlik konularının ek yükü de çok ciddi bir belirsizliği beraberinde getirecektir.
İki tane yan yana dükkân var. Birisi mülteci tarafından açılmış diğeri T.C. vatandaşı tarafından. İkisinin çalışma şartları, vergilendirme, ruhsat, belediye izinleri aynı kontrole tabi değil. Yükümlülük ve sorumlulukları farklı olan iki dükkân aynı piyasa şartlarında mücadele ettikleri için elbette bir haksızlık oluyor. Bu haksızlıkların giderilmemesi halinde kayıt dışılığın artacağını düşünmemek akılsızlık olur. Beraberinde de sosyal çatışmalar kaçınılmaz olacaktır. Kimin gücü kime yeterse, orman kanunu.
Göç konusu ve göçmen korkusu AB’nin en fazla korktuğu sosyal hadise olarak karşımızdadır. Bu sebeple göçmenlerin ülkemizde kalış sürelerini uzatmaya çalıştıkları da gözümüzün önündeki hakikat. Çeşitli kurs, yardım mekanizmaları ile o insanların yerleşik birim haline gelmelerini murat ediyorlar. Elbette bu arada da içlerinden kendi yapılarına uygun olanlarını da alıp götürmeye hep çalışıyorlar. AB projeleri ile yapılanların neden ülkelerine dönmek yolunda olmadığı, kendi ülkelerinde bu yardımları alsalar daha kalıcı olup olmadığı neden sorgulanmıyor. Afrika’da aç kalan insanlar yemek-su bulsalar neden ülkelerini terk etsinler ki! Afganistan’da yaşayabilse, güvenlik sorunu olmasa, çocuğunu evini koruyabilse neden bu insanlar binlerce kilometre yol yürümeye çıksınlar ki! Suriye’de 3 katlı müstakil evi olan bir aile neden İstanbul’un rutubetli zemin katında fahiş fiyatlı evde otursun ki!
Bu konu ülkemizin farklı devlet birimlerinde, farklı mantıklarla, farklı uygulamalarla takip edilmektedir. Düşünebiliyor musunuz gelen mültecilere yardımlar bile tek elden yapılamıyor. AB projeleri ayrı AFAD ayrı, Kızılay ayrı, STK lar ayrı, dış ülkelerin yardım kuruluşları ayrı çalışıyor. Kimi muhtaçlar 3 kere yardım alırken kimisi hiç alamıyor. İşin daha kötüsü T.C. devleti bu kadar sıkıntı çekerken dış yardım için gelenlerin hoyratça yaptıkları gösteriler nedeni ile göçmenler minnetini onlara duyuyor. Türkiye’ye değil onlara müteşekkir oluyor. Tam bir başıbozukluk. Kimin kime ne kadar yardım ettiği ile alakalı bir çetele tutulmadığı apaçık ortada.
Geçen sürede evlilik, iş hayatı, eğitim konuları sebebi ile geri dönüşlerin olmayacağı ve bu sosyal vakıaya karşı daha hazırlıklı olunması gerektiği açıktır. Ülkenin demografik yapısı değişmektedir. Bu değişim normal formatında gitmediği ve kontrol dışına çıkabileceği hesap edilmelidir. Büyük devlet olmak bunu bir sistematiğe kavuşturmayı gerektirir.
Bu konuda en pratik yol öncelikle bir göçmen bakanlığı kurulmasıdır. Başka ülkelerin bu konudaki uygulamaları tamamı ile kontrol altına alınmalıdır. T.C. sakalının altından geçmeyen hiçbir işe izin verilmemelidir. Sınır geçişleri ve illere dağılımla alakalı acil bir sınırlama getirilmelidir. Milli bir strateji ile gelenlerin içerisinden ülkemizin menfaatine olacak şekilde eleme yapılmalıdır.