Eskiden bir mahallesi vardı insanların, adres ortak tanıdıklar üzerinden verilirdi. Ali amcanın evinin köşesiydi dönmemiz gereken nokta. O evin bir hikayesi vardı herkeste ve bu yüzden bilinirdi Ali amcanın evi. Eşi Ayşe teyzenin tandırından bazlama yemişliği vardı mahallelinin her bir ferdinin. Zerdali yolmuşluğu olan çocuklar hiç eksik olmazdı. Çocuk varsa, yolmak vardı en iyisini. Babası, annesi, çocukları hatta yakın akrabaları bile bilinirdi hikayesi olan evlerin. Hoş her evin bir hikayesi vardı. Yani her ev başlı başına bir temsiliyet yüklenmişti.
Bahçesi vardı evlerin. Küçük havuzlar bahçenin orta yerinde durur ve birçok işlevi olurdu. Dolu havuz ve sessizlik yaz günlerinin tahrik gücü en yüksek ihtimaliydi. Komşunun bahçesinde eğlenmenin en ağır bedeli belki biraz azar belki birkaç şefkatli tokattı. Üstelik anneyle Ayşe teyzenin tokadı aynı şeydi. Değerdi birkaç tokat gün boyu serinleten eğlenceye. Açlığa ve susuzluğa çare kimsenin kendi evi değildi, her ev su demekti ekmek demekti.
Abartı teknolojiyle kendini göstermeye başladı. Önce televizyon girdi evlere, sonra telefon. Çoğul çoğul değil ha! Bir bir ve yavaş yavaş. Bir eve doluştu bütün çocuklar. Bütün çocuklar Ayşe teyzenin mabeynine (odaların -sonra sonra birkaç aşamada ancak bağımsızlığa kavuşturulacağı- kapılarının baktığı uzun ve geniş koridor) sığmak zorundaydı. Ter kokularına karışan birçok kokuyu ayrıştırmanın imkansıza dönüştüğü mabeynlerin ferahlaması nice sonraları oldu.
Bütün mahallenin acı acı çalışını duyduğu telefon acil durum sireniydi sanki. Kimse kimseyi aramaz/arayamazdı. Çünkü kolay değildi telefonla aramak/aranmak. Acil durum demek daha çok acı demekti zira acıya yetişmekten başka acelesi yoktu insanların.
Telaş çok sonraları boy göstermeye başladı. Belki de makinenin insandan hızlı oluşu tahrik etti hepimizi. Birdenbire çabuklaştı her şey. Zeki Müren bizi görmese de biz onu başka bir şehirde olmasına rağmen mabeynde görüyorduk işte. Başbakan, Reis-i Cumhur, paşalar ve daha niceleri akşam ajansında boy boy capcanlı mabeyne doluveriyordu. Gitmediğimiz bilmediğimiz şehirlerin varlığını duyduğumuz/gördüğümüzdendi belki de koskocaman mahallenin giderek küçüldüğünü hissedişimiz.
O günlerde başladı hayallerimizin mahalle sınırlarını aşıp başka başka dünyalara sarkması. Telsizler belki de bu yüzden hayatımıza girdi. Televizyonda görmek yetmedi ve capcanlı duymak istedik önce. Sanki şimdilerin görüntülü sanal dünyasına adım attığımızı biliyorcasına.
Sonra yerine beton yığını kocaman kocaman ayrılıklar dikmek için bir bir yıkmaya başladılar hikayesi olan evleri. Ayşe teyzeler o zaman tanımaya başladı yaşlanma korkusunu. Yetmiyordu artık hikayesi olan evler hiç kimseye zira herkesin kendi evi olmalıydı/olacaktı. Hikaye artık herkesin kendisiydi. Kimsenin kimsenin hikayesinde -haberi olmasa da- yeri yoktu.
Makinalar iş başındaydı ve betona gömülmüştü bütün hikayeler. Acılar sessizdi artık. Siren sesi yoktu. Herkes acısını da siren sesini de kendi cebinde taşıyordu artık. Rahatsız etmekti komşunun acısını sormak. Müsaitse olurdu her ne olacaksa. Kimse kimsenin yanında özgür değildi. Özgürlük tek kişilikti. Bencildi her şey. Büyümüş, büyümüş, büyümüş kocaman olmuş bir ben vardı her yerde. Bırakın Ayşe teyzeyi Ali amcayı, annenin babanın dahi yanına yaklaşamadığı KOCAMAAAAAN bir BEN vardı artık. Gücünü makinadan alan bu ben kaybettiği hikayesinin farkında değildi artık. Hikayesiz betonlarda depresyon ilaçlarına mahkum, kopuk kopuk anlamsızlıklara hayat diyordu bu BEN.
Velhasıl hikayesizlik belası baş göstereli kimse kimseyi anlamıyor. Herkes her şeyin bileni ama hiç kimse bir hikayenin kahramanı değil. Zira dinleyeni/seyredeni/değer vereni olmayan bir yalnızlığın mahkumu herkes. Ve ne yazık ki kimse mahkum olduğunun farkında değil.
Hikayesi olmayan betonlar hepimizin mahpushanesi ve biz bu beton yığınlarına biçtiğimiz ederin içinde varsıllık hazları yaşamaktayız ve bunun adına hayat demekteyiz. Oysa hikayesi olan evlerin biçilmiş bir ederi olmasa da her birimizi değerli kılan ve birikerek artan bir değeri vardı vesselam.