Ortadoğu, parçalanan Osmanlı İmparatorluğu’nun sağa sola savrulan bakiyesi. Kimin eline düşmüşse onun davulunu çalan “İradesiz” coğrafya. Bu iradesizlik, bir mecburiyet tanımı değil elbette. Bile isteye bir tercih tarafı ağır basan bir durum.
Semavi dinlerin ağırlıklı çıkış coğrafyası ve Kur’an’da anlatılan kıssaların birçoğunun mekânı Ortadoğu.
Toplumsal yaşamı daha çok kabilecilik merkezli, kendi kurallarını kendi koyan ve sözel temelli geleneksel dinamiklerle hareket eden bir coğrafya Ortadoğu.
Yazıdan ve yazılı olandan uzak ve kuralların güçlü lehine değişime açık olduğu bir coğrafya Ortadoğu.
Ortadoğu’da yöneten ve yönetilen ilişkisi de bu minvalde şekillenir. Yönetenler ülkenin ve bütün imkânlarının sahibi gibidir ve yönetilenler için kendilerine sunulan bütün bedelsiz imkânlar onların lütfudur. Zaman zaman gerekirse toplum, hamasi duygularına yapılan küçük dokunuşlarla yeniden dizayn edilir. Bu döngü kaçınılmazdır çünkü toplum doğrunun bu olduğuna inanır/inandırılır.
Osmanlı İmparatorluğu bir aile imparatorluğudur. Aile merkezli olmasından dolayı Ortadoğu ile benzerlikleri oldukça fazladır. Ancak dünyanın 18. yy’da başlayan değişimine uyum sağlayabilme çabasını erken ortaya koyan bir imparatorluktur. Bu yönüyle Ortadoğu’dan ayrılır. Tabir caizse çift yönelimlidir. Ortadoğulu bir bilinçaltına sahiptir ama tüm girişimleri yeni bir bilinç oluşturarak batılı bir yöneten ve yönetilen ilişkisi kurma merkezlidir. Burada kilit kelime YAZI/YASA’dır.
Bütün arayışlar aslında yazılı olana yönelme çabasıdır. Toplumsal düzeni bir anayasa üzerine bina etme çabası 1808 Islahat Fermanı ile başlar. Tanzimat Fermanı, Kanun-i Esasi I. ve II. Meşrutiyet ve 1921 Anayasası derken en köklü ve radikal, aynı zamanda travmalı olan 1924 Anayasasına kadar bu çaba durmaksızın devam eder. Travmalı diyorum çünkü o dönemde ülkenin birçok yerinde yaşam daha çok Ortadoğulu gibi ya da kendine has bir yapıyla devam etmektedir. Örneğin Dersim’de Seyit Rıza ya da Doğuda ağalık sistemi ya da mahallelerde dini önder (Kadı, İmam) merkezli yürüyen toplumsal bir yaşam hâkimdir.
Cumhuriyet döneminde Merkezin (Ankara’nın) yazının ve yazılı olanın hâkim olduğu tek tip vatandaşlığa dayanan bir toplum inşa etme çabası ayrıca tartışılabilir ancak bu çabanın genel yapısı Ortadoğulu olmaktan çıkıp Batılı gibi olma merkezlidir. Batı için Yunan Felsefesi ve yönetim tartışmalarına bağlı olarak ortaya çıkan ve Jean-Jacques Rousseau, Montesquieu, Kant, Descartes…vb. gibi aydınlanma dönemi düşünürlerinin öncülüğünde gelişen yasanın, yani yazılı olanın hâkim kılındığı süreç her ne kadar Pozitivizm merkezli bilim yaklaşımıyla önce dışlanıp sonra tekrar kabul edilse de etkili olup bunu başarmıştır.
Türkiye bütün çabalara rağmen iki uç arası geçişlerin yaşandığı bir durumdan hala kurtulamamıştır. Hala Batıyı modelleyen, toplumsal değerlerde oluşacak tahribatı ve buna bağlı olarak oluşacak rahatsızlıkları dikkate almadan zor kullanmayı kendine meşru gören uçla (kurucu iktidar), bu duruma karşı gelişen ve Ortadoğulu olmaya yatkın tek tip ve liderci uç (muhafazakâr toplumsal yapı; bir nevi Osmanlı Anadolu’su) arasında gidip gelmektedir.
İki uç arası geçişlerde yolu demokrasiye uğrasa da yazılı/yasacı olanda ortak bir mutabakat oluşmadığı için Ortadoğulu olmaktan uzaklaşamamış yapısıyla yoluna devam eden Türkiye için Ortadoğululuğa yaklaşmanın riskleri oldukça fazladır.
En önemli risk kırılganlaşmadır! Çok çabuk manipüle edilebilir ve kargaşaya itilebilir hale gelen toplumlar güven sorunu yaşamaya başlar ve ortak güç buharlaşır. Bu durum bir nevi bağışıklığın zayıflaması gibidir. Dışarıdan her türlü etkiye açık hale gelinir ve güç kaybı program dâhilinde çözülebilir olan sorunları bile bir sarmala dönüştürebilir. Sarmal karanlık gibidir. Gördüğünüz küçük parçaların üstüne gitmeniz bütüne bir katkı sağlamaz.
Demem o ki başka Türkiye yok! Bir arada yaşamanın merkez üssü; herkes için güven oluşturan ve herkesi vatandaşlıkta eşitleyen yazıya/yasaya uymak ve yazının/yasanın tarafsızlığını güvence altında tutmaktır vesselam.