Martin Luther'e gerek kalmadı.
Bilgiye ulaşımın kolaylaşması her isteyenin kendine yetecek kadar da olsa merakını giderebilmesi açısından iyi bir gelişmedir. Her ne kadar bu kolaylık bilgi kirliliği riskini de aynı oranda artırsa da geçmişte de aynı risk, kendi içinde oransal olarak aynı düzeyde mutlaka vardı.
Kilise "Tanrının temsilcisi" olarak bilginin merkezi konumuyla kendine sağladığı gücü kaybetmemek için zamanla bilgiyi tekelleştirme yoluna gitti. Hoş bu Yahudi hahamlarının da eskiden beri uyguladığı bir yöntemdi. Merkezinde inanç olan her ideoloji ya da din, bundan kolay kaçamıyor. İnancı körükledikçe bilgiye ihtiyaç azalıyor. İhtiyaç azaldıkça bilgi azınlık tarafından kontrol altına alınıyor ve bu azınlık bilgiyi dilediği gibi kullanmaya başlıyor.
"Aydınlanma" çağıyla birlikte kilisenin zıvanadan çıkmış tekelciliğine itirazın da yolu açılmış oldu. Martin Luther bir kesişti ve Katolikliğe itirazlarını 95 maddede toplayıp Wittenberg kasabasındaki kilisenin kapısına asmıştı. Kendisi bunu bilmese de bu 95 madde daha sonraları ortaya çıkacak olan Protestanlığın da temelini atmış oluyordu.
Bu süreç, bilginin çoğalması ve bilgiye ulaşmanın kolaylaşması ile birlikte giderek artan oranda kilisenin otoritesinin sorgulanmasını ve Laikliğin gündeme gelmesini sağladı. Batıda kendi serüveni içinde olağan olarak gündeme gelen laiklik biz de dışardan gelme olduğu için bir garabete dönüştü ve hâlâ tanımını bile oturtamadık.
Ancak bütün dünya teknoloji, iletişim ve bunlara bağlı olarak bilgiye ulaşım konusunda hızlı bir değişim yaşadı. Gelinen noktada dijital kütüphaneden tutun da yapay zekaya kadar baş döndüren gelişmeler yaşandı.
Artık insanlar soru soruyor ve ikna edici cevaplar arıyor. Hoca anlattı bitti devri kapandı. Kendi içinde “saf” inanç üzerine kurulu dini yapılanmalar da bundan nasibini alıyor. Özellikle ortaya çıkan saf inançla çelişkili durumlar bunu kolaylaştırıyor.
“Karun sofrası gibi sofralar, A8 lüks arabalar, bellerine silahlar, yüksek maaşlar, daha neler neler... Güya haşa vakfın başında Hz. Peygamber varmış, bunlarda haşa O’nu temsil ediyorlarmış”
Bu cümleler geçen yıl vefat eden Menzil Şeyhi Abdülbaki efendinin büyük oğlu Muhammed Saki’ye ait ve bahse konu taraf diğer kardeş ve yanındakiler. Bu önemli bir açıklama, bu açıklamayı önemli ve değerli kılan birinci ağızdan ve içerden olması.
Bizde zaten 90 lı yıllarda Medyatik Hoca furyası ile başlayan süreç artık öyle kolay kolay her sakallıya inanılmaması gerektiğini kendiliğinden ortaya çıkarmıştı. Üstüne bir de gurup ya da cemaatlerin hem kendi içlerinde hem de birbirleriyle yaşadıkları çekişmeler artık inancın sınırları konusunda yeniden tanımlama ihtiyacını kaçınılmaz kıldı. Dinin bizden istediği inanç sınırları ile daha çok ikna ve gurup ya da cemaate kayıtsız şartsız teslimiyet maksadıyla sonradan uydurulan -vakfın başında Hz Peygamber var- inançlar birbirinden mecburen ayrılmaya başladı. İşte bu yüzden bizde bir Martin Luther’e gerek/ihtiyaç yok. “Biz bu konuda kendi işimizi kendimiz görüyoruz.”
Ancak bizde bugüne seslenecek, hurafeleri ifşa edecek/bitirecek ve dindarlığı yeniden inşa edecek düşünen akla (Müceddid’e) ihtiyaç var. Düşünen akla ihtiyaç diyorum çünkü yerleşik dindarlığımız daha çok görsel ve ritüel üzerine kurulu, bu da aldatmayı ve aldatılmayı kolaylaştırıyor. Oysa düşünen akıl gösterişe ihtiyaç duymaz, faaldir ve tercih kullanır. Mazlumun yanında olmak gerekiyorsa -ki şarttır- görsele ve ritüele takılmadan zulmü görür, ifşa eder ve duruşunu ona göre belirler. Akıl faal olmazsa zulmün ayyuka çıktığı yerde sakalın boyunu, kefenin yanmayanını konuşur dururuz vesselam.
ASGARİ DİN
Son Makaleyi Oku